16 Ekim 2011 Pazar

PEÇETEDEN NOTLAR - 2

2008 kışı - yine Taksim'de bir yerler..

K - Sen hiç Manhattan'a gittin mi?
E - Evet, bir dönem bulunmuşluğum var.
K - Sevdin mi?
E - Evet güzeldi. Kalabalık, soğuk,bir sürü güzel bina, bir sürü ses..canlıydı en azından. İstanbul'u hatırlatmıştı.
K - Dünyanın hiç bir yeri İstanbul'dan daha güzel olmamalı. Buradan gitmek istemiyorum.
E - Öyle bir yer olduğunu sanmıyorum. Bir insan İstanbul'dan gidecekse ya bir gün dönmek için ya da gittiği yerde ölmek için gitmeli.
K - Gidelim ama geri dönelim. Bana bir buçuk sene ver. Sonra sen kaydını oraya al, Amerika'da sinema oku..ben de master yapayım.
E - Kulağa güzel geliyor. Bir buçuk sene de uzun sayılmaz. Tamam yapalım bunu.
K - Tamam. Amerika şart değil. Ülkeyi sen seç. Türkiye dışında her yerde master yaparım nasılsa. Seninle de her yere gelirim.
E - Ben bir buçuk seneye kadar dışarda iş bulurum nasılsa. Sen de okulunu bitir. Then off we go.
K - Ben part-time bir iş bulabilirim belki. Üst katlarda küçük bir daire tutarız. Fazla eşyaya gerek yok. Çift kişilik bir yatak, bir de müzik dinleyebileceğimiz herhangi bir alet yeter bana.
E - Evin içinde sen de varsan bunlar gayet yeterli evet. Gece gece ne güzel düşündün böyle sen. Geri kalan yerleriniz bir yana, aklınıza daha bir hastayım bayan.
(gülüşmeler)
K - Ya buna çırpınmak deniyor. Benim her şeye hevesim var, ama hiç bir şeye cesaretim yok. O cesareti ve gücü senden alma niyetindeyim. Ama heves istersen yardımcı olurum.
E - Hepsini alıyorum o halde, karşılığında istediğin kadar cesaret, gaz.. he bir desalakça iyimserlik verebilirim. Şahane ego şişiririm!
(gülüşmeler)
K - Ooo tamam. Come fly with me let's fly let's fly away...
E - Uçucaz uçmasına bebeğim ama şimdi iniş zamanı. Hadi kalkalım artık.
K - Tamam şunu bitireyim....

15 Ekim 2011 Cumartesi

PEÇETEDEN NOTLAR

2006 kışı. Yer Taksim Starbucks'lardan herhangi biri. Gergin oldukları her halinden belli olan bir çiftin aralarındaki küçük yuvarlak sehpa sanki bir ringe dönüşmüş. Kız geldiğinde, erkek zaten yaım saattir oradaydı.

K - Herşeyin geyik yani, hiç konuşulmuyor ki..
E - Sen öyle diyorsan..
K - Neden gelmeyeceğim diye geyik yaptın? Cumartesi gelemeyeceksin diye pazar iftar düzenlediler.
E - ....... (Biraz üzgün)
K - Bir şey olmaz. Bir süre sonra normale döner.
E - Eee anlat, dün ne oldu, gelmedi mi?
K - Yok gelmedi. Annesine sordum; Tuğçe nerede dedim... (ağız burun büker)
E - Haftaya bir yere gidilmiyor yani?
K - Şimdilik gidilmiyor. Dur bakalım.
E - İğrenç hayaller kuruyordum. İyi oldu.
K - Neden?
E - Boşver, o kadar konuştum. Geyikmiş bunlar yani! Ben bunu anlamıyorum.
K - Tavrına sinir oluyorum. İyice düşün, yapma işte!
E - Allah allaaaah! Ben çalışıyorum, okuyorum, yoruluyorum. İki laf edince geyik oluyor.
K - İşte ben bu tavrına sinir oluyorum. Bittin sen bu hafta. Benim bir sürü ödevim var. Artık msn'e de takılmıyorum. Nefret ediyorum.
E - İnanamıyorum sana ya! Yuh!

(uzun bir sessizlik)

E - Kahveni iç bakalım.
K - Senin derdin beni sinir etmek. Üstelik msn'de de kimlerle konuştuğunu biliyorum.

(O sırada bir starbucks elemanı gelir. Yeni ürün bir kahveyi ikram eder. Tadına baktıktan sonra görüşlerini yazabilecekleri küçük bir kağıt bırakır masaya. Kibarca yanlarından ayrılır. Kız denediği kahveyi sanki bir şarap eksperiymişçesine ağzında çalkalar. Çantasından bir kalem çıkarıp kağıda bir şeyler karalar. Bu sırada erkek fenalık geçirmektedir. Zaten herhangi bir şey içmemektedir. Önündeki migros poşeti ve cep telefonuyla oynar. Derken eleman benim tepeme dikilir. "Hayır teşekkür ederim." Masadaki sohbet bittiğinde ya da masadan biri kalkıp tuvalete vs gittiğinde, masada kalanın hemen cep telefonuna sarılıp, rastgele tuşlara basması, sanıyorum sadece Türklere ait bir özellik. )

K - En zor saatler beşten sonra.
E - .... (adam burada iyice mıymıylaşıyor. Ne dediği zaten zor anlaşılırken bir de bir de soğuk algınlığı peydah oldu. Devamlı burnunu elindeki peçeteyle temizliyor.)
K - Telefonda azarlar gibi konuşuyorsun. Msn'de de öylesin. Ne yapayım, çıktım gittim ben de.
E - yahu ne yapayım, herkesin işi gücü bende. Kafayı yiyorum.
K - Bilmiyorum ama böyle gitmez.
E - Ya öff! (alnını kaşır, gülmeye başlar)
K - (hafif kızarmış) Gül bakalım, komik değil mi..
E - Tatlım bence üst kattakiler bizi duymamıştır. Ha gayret, sesini onlara da duyur. Biraz daha bağır.
K - Bağırırım. Ay anlamıyorum seni ya! Sen artık hayatını neden düzenlemiyorsun?
E - Şimdi benim hayatım sana dert mi oldu?
K - Vallahi dert!
E - ....(güler)
K - Yani öyle tuhaf ki..senin hayatında başka biri de olamaz. (sinirli sinirli güler) İşin senin hayatın olmuş ya! Hem sen söyle bakalım ne yapıyorsun bu kadar internette?
E - Okul araştırıyorum...yurtdışında...ucuz...
K - Aaaa yurtdışına mı gidiyorsun?
E - Gidemem mi?
K - Git canım,aaa eksik kalma. Hayırlı olsun.
E - Ya bakıyorum diyorum, bu akşam gidiyorum demiyorum!
K - (bir süre sessiz kalır)....Ben de senin gibi olacağım.
E - Nasıl?
K - Kendimi bir şeye adayacağım, onunla yatıp onunla kalkacağım.
E - Sen bilirsin. (güler)
K - Geçen gün anneni gördüm, beni tanımadı. Baban tanıdı, annen tanımadı.
E - Bozuldun mu?
K - Tabi bozuldum. Beni gördü..bak böyle yaptı..(kendince annenin taklidini yapar)
E - Ama yok artık...öeh sana!
K - Aşkım annen aynen böyle yaptı. Tanımadı beni ya!
E - Görmemiştir o seni.
K - Görmemiştir diyor ya! Konuşma, konuştukça batıyorsun. Bir daha karşılaşınca soracağım hesabını. (güler)
E - Bir daha görürsen sorarsın.
K - Ne?
E - Yok bir şey. Hadi kalkalım.
         Anlıyorum. Anlayabiliyorum. Okuduğum cümleleri anımsıyor, neden ve sonuçlarını eleştirebiliyorum. Çünkü yalnızım. Yalnızken normalim. Baskının olmadığı yer ve zamanda kendimim. Baskı, insan anlamına geliyor. Dolayısıyla kimse beni gerçekten tanımıyor. Kimse şu an okuduğumu anlayabildiğime tanıklık etmiyor.

ASABİ YAZI

Banyo yaparken aklıma geldi, hayatımın bir döneminde askeri okula gitmek istemiştim. Bu işi gerçekten yapabileceğimi düşünüyordum. Yapabilirdim; çünkü bu bir iş değildi. Ne olduğuna ise hala karar veremedim. Saçımdaki şampuanı durularken ve üzerimden süzülen köpüklerin küvetin deliğinden akıp kayboluşunu izlerken , genelkurmay başkanı olduğumu düşündüm. (Erotik bir hikaye beklemiyordunuz umarım!) Ben de her bu hayali kuran gibi kesin darbe yapardım. Sonra çıkardım televizyona: "bakın ey Türk milleti, öğrenin artık yetki denilen soyut gücün herkese verilmemesi gerektiğini!" Sonra emir verirdim, "toplayın" derdim. "Toplayın bütün koministleri, ülkücüleri, liberalleri,kapitalistleri, radikal dincileri ve radikal kelimesinin anlamını bilmeden bu sıfatı kendine layık görmüşleri .. sağcısı .. solcusu ... Allah ne verdiyse toplayın hepsini..tüm bunların artık çok gerilerde kaldığını, hiçbiriin gerçek çözüm olmadığına inandırana kadar kapatın bir yerlere.. Bir de kendini hindu zanneden arkadaşlar var aramızda; böyle yaz kış parmak arası terlikle dolaşınca, motorla dünya türüna çıkınca kendini hindu sanan, beyinlerini minimalist kullanan arkadaşlar var... Bunları da toplayın, Hindistan'a götürün. O kalabalıkta kimse nüfustaki bu saçma artışın farkında olmaz nasılsa. Bırakın ölsünler orda tifo tifüsten. "

Tüm bunları kafamda kurduktan sonra, bir kadın olarak en fazla albaylık rütbesine kadar ulaşabileceğim geldi aklıma. Sevindim. Durulandım hiç köpüğüm kalmayana kadar. Önce sol ayağımı atarak küvetten dışarı çıktım. Derdim aslında bu değilken, nerden geldi tüm bunlar benim aklıma diye düşündüm. Parmaklarımın arasında dökülen saçlarım vardı.

13 Ekim 2011 Perşembe

POSTER ARKASI NOTLAR

Mihrimah Sultan'da oturmuş, kahve içerken bir şeyler karalayasım geldi. Garsondan kağıt istedim. Bana "arkasına dilediğiniz kadar yazabilirsiniz" diyerek, bir poster getirdi. İşte poster arkası notlar :


10 Ekim 2011 Pazartesi.

Bu sağnak yağmurda bir delinin cinsel tacizine uğramış olmalıyız ki, Bilge ile yollara döküldük. O başka bir işler peşinde, ben de olmayan lokasyon duygumla, oturduğum yerden Çağıl'a yer yön tarifi yapıyorum. Mihrimah Sultan'a en son üç yıl önce gelmiştim galiba. Bir mekan hiç mi değişmez? Bu Çağıl kesin kaybolacak..


***

Mihrimah Sultan'da oturduğum süre boyunca sağdan soldan duyup arakladığım bir kaç diyalog:

*

kız - Avluya bakıyor musun?

erkek - Bakıyoruz. Hatta avlunun arkası yatak odası. Bak 3 katlı ev. Friends'deki evi düşün. Aynısı. Dünyanın en sıcak yuvası orası. Sarışın babaanne de var. Yazın bile Noel yaşanır orada. O civarda şöminesi yanan tek ev. Fransız filmlerndeki gibi.

kız - Annen güzel yemek yapar mı?

erkek - Babam kadar değil. Annemin yemekleri yağlı olur.

kız - ıyyyy yağ!

erkek - Eski bir kız arkadaşım, biftek ve kaşarla beslenirdi sadece. ..Neyse... Babam zaten sonra annemi aldattı.

kız -  hımmm bir daha iyi yemek yiyemediniz yani?

(gülüşmeler)

*

erkek - Mert buraya gelirse ağzını burnunu kırarım bak, yemin ediyorum yaparım! Mert kim abi!

kız - Ya benim için hiç önemli değil, ister beni assınlar....anladın yani.

erkek - Bak burada bir emek var. Ve sen bu emeklerin yüzde doksanını verdin. Yine de silip atabiliyorsun. Bu işler böyledir.

kız - Ya neden kişiselleştiriyorsun?

erkek - Hayır bak!

kız - Ya zaten kendini koruyacak durumda değil.

erkek - Bak, bana sırf o gece yaşattıkları için bile hesap sorabilirim. Babamı hele o halde gördüm ya... Sırf onun için bile...

kız - Ben ona herşey için hesap sorabilirim.

(küfürleşmeler)

5 Eylül 2011 Pazartesi

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

Selamın aleyküm okur.
Az sonra okuyacağınz yazı, pek iyi bir tarafını bulamadığım, kesinlikle kötü olduğuna karar verdiğim bir filmle ilgili. Filmin bende yarattığı baş ağrısına engel olmaya çalışarak, yazıyı tamamlamaya çalışacağım.

Kitabını okumamış biri olarak peşin hükümlü yaklaşacağım, kusura bakmayın: olmamış!
Hiç bir Türk erkeği prototipine uymayan iki adam, bu iki adama mavi boncuk dağıtan bir hatunun hikayesi. Hanım kız, ailesinin ani ölümü arkasından girdiği depresyon döneminde daha iyi oyunculuk sergilerken, çevresindekilerle iletişim haline geçtiği ikinci bölümde varlığıyla seyirciyi depresyona sokuyor. İlker Aksum ağzından çıkan her repliğe yabancı kalmış, o kibar, ince, çekingen cümleler nedense ağzına bir türlü oturmamış. İlker Aksum'un kötü bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum ama ortada hakkaten büyük bir çaresizlik var.

Yeni dönem Türk yönetmenlerinde, Ferzan Özpetek ya da Nuri Bilge olma sevdası konulu bir ders olsa sinema-tv bölümlerinde, bu film iyi bir örnek olabilirdi.

Kitabını okuyan ve yormlarına güvendiğim bir arkadaşımın anlattıklarından yola çıkarak söyleyebilirim ki; yönetmen görüntüler üzerinden bir kurgu oluşturmaya çalışırken konuya uzak kalmış, hatta çektiği filme resmen yabancılaşmış.

Filmle ilgili yerden yere vurmakta sakınca görmediğim diğer bir unsur, filmin rengi. Kasfetin bile insanın içine işleyecek bir rengi olabilecekken bu anlamsız karanlık, oyuncuların bile zar zor seçilebildiği bu görüntüler neyin nesiydi bilemedim. Çok klasik, çok modası geçmiş, çok yanlış.. Yine kitabını okumadığımın, dolayısıyla ordaki tasvirleri bilmediğimin altını çizerek evdeki detayları, mekan seçilerini de baştan sağma, vasat bulduğumu söylemeliyim. Yani bence sanat yönetmenliğinden de sınıfta kalır.

He hiç mi güzel bir şey yok bu filmle ilgili? Var: afişi.
Afişte görülen bir kaç dikkat çekici nesne, filmde çok kısa mevusu geçen, kıyıda köşede kalmış bir kaç küçük detay olsa da, afiş, görsel olarak samimi ve şık olmuş.

Beğenmedim. İnsanlık için küçük ama yönetmen için büyük bir çaresizlik.

28 Temmuz 2011 Perşembe

GADJO DILO

Yaşadığım şehirde, sadece villaların bulunduğu bir site var. Bu sitede bazı eski bürokratların evleri ve bir kaç da buralarda tanınmış ailelerin evleri mevcut. Sitenin bulunduğu muhitin arka taraflarında da sadece Çingenelerin oturduğu küçük bir köy.. Bu sitede ne zaman birinin evine hırsız girse, polis arkadaki çingenelerin köyünü basıp, şüpheli gördüğünü toplar, konuşturmak için bir temiz dayak atar, gerçek suçlu bulunana kadar da göz altında tutup, daha sonra salar. Kimisi sitedekilerin bahçe işlerine bakar, kimisi evlere temizliğe gider.. Etliye sütlüye karışmadan, kendi hallerinde yaşarlar. Tek dertleri sigortalı bir işlerinin olmasıdır. Ama çoğu işsizdir. Çingenedirler. Çingene olduklarını gizlemezler...

İş eğlenmeye geldiğinde aman onlardan eğlendreni yoktur, şahanedirler, süperdirler..ama iş ciddileştiğinde burun bükülür.

Yönetmen TONY GATLIF tam da bunu anlatmış.
Romanya'nın çamurunda, balçığında kaderlerini yaşayan bir grup Çingenenin arasına düşen bir Fransızın gözünden seyrediyoruz hikayeyi. Bir gezgin olan babasıyla sağlığında fazla vakit geçirememiş olmaktan üzüntü duyan, babasını biraz daha anlamak, ona yakınlaşabilmek amacıyla babasının ölmeden önce en fazla dinlediği Nora Luca isimli şarkıcıyı bulmak için yollara düşüp kendini bu köyde bulan Fransız esas oğlanımız, Nora Luca'yı bulamasa da ırkçılığın, fakirliğin, iyi niyetin ne demek olduğunu bulur. Hatta gider bir de üstüne köyün en deli kadınına aşık olur.

Köyün aksi ihtiyarı IZIDOR ise bu şaşkın Fransıza evini açar, çünkü onu hırsızlık şüphesiyle altı ayını hapishanede geçirmek zorunda kalan oğlunun yerine koyar. Oğlu hapishaneden çıkıp kendisine bunu yapanlara hesap sorduğunda ise, bütün köy halkı bunun bedelini köylerinin yakılıp yıkılmasıyla ödeyecektir. Izidor'un başlarına gelen bu felaketi öğrendiği sahne için bile bu film izlenmeye değer.

Ben bu aralar "tuttu fırlattı kalbimi" diye bir şarkıya sardırdım. Etrafımdakiler de biraz bu durumdan baymış olacaklar ki, bir arkadaşım, "bak senin dinlediğin o şarkının orjinali buymuş" diyerek bana "tutti frutti tekilas" diya başka bir şarkı dinletti. Evet gerçekten de Gökçe hanım kızımızın çalkalaya çalkalaya söylediği şarkının orjinali olmakla beraber, bu filmde dönen şarkılar içinde en öne çıkanı.

Şarkıyı bir kere dinlediğinizde, benim gibi filmi de merak edeceksiniz.
1996'da İstanbul Film Festivali'nde ya da cnbc-e'de izlememiş olanlara , he bir de Çingeneleri Kusturica'dan yeterince seyretmiş olanlara şiddetle tavsiye edilir.

http://www.youtube.com/watch?v=_TjGQbUz36Q&feature=related

21 Temmuz 2011 Perşembe

Naber okur!
Epey oldu di mi yazmayalı..ama blog dediğin zaten yazılmamak içindir ki siz de yokluğumu farketmemişsinizdir zaten. Hiç birinizde bir veryansın, bir "Katina sen de iyice boşladın buraları" tepkisi almadım. Ben de hepten koyuverdim.

Okur bu aralar yaz rehavetindeyim. Zaten yapış yapış sıcak (ama yazdan şikayet etmiyorum haşa!). Balkondayım şu anda. Etrafımda pike uçuşu yapan sineklerden korunmak için bacaklarıma sinek ilacı sıktım. Çok mantıklı bir çözüm gibi gelse de başta, ota boka alerjisi olan biri olarak sabah bir iki saat sonra ne durumda olacağım, merak içindeyim.

Okur yazmadım, yazamadım..anneannemin hastalığından dolayı geçtiğimiz üç-üç buçuk ayı hastanelerde geçirdim. İstediğimiz gibi bi sonuç da alamadık, anneannemi kaybettik..bir süre de onun sersemliği var üzerimde. Napalım hayat. Neyse buraya anneannemi anlatmaya gelmedim.

Tatile gitmek lazım okur. Bu böyle olmaz. Bulunduğun şehirden adam akıllı uzaklaşmadıkça tatil yapmış sayılmazsın. Ulaşılması zor, birilerinin ya böyle de bi sıkıntımız var, hani bi gelsen diyoruz dediklerinde iki günlük mesafede bi yerde olmak lazım ki gitmemek için iyi bir bahanen olsun. Yaklaşık iki hafta sonra arkadaşlarla Foça'ya kaçıyorum. Ömrümde ilk defa gidicem Foça'ya nereye gitmeli orda, ne yapmalı ne etmeli iyi bilen varsa beri gelebilir.

İş konusunda da burnumun dikine gitmeye devam ediyorum. İnşallah toslamam bi yerlere.. ya da toslasam noolcak anasını satayım. Daha kötü ne olabilir? Şimdilik böyle. Yazarım dicem ama ben yine bir süre yazmam. Hadi nayt nayt.

30 Mart 2011 Çarşamba

DE HELAASHEID DER DINGEN : THE MISFORTUNATES

“….Hayatımın içinden akıp giden tren, yoluna devam ediyordu. Ancak trenleri pek çok nedenden dolayı affedebiliriz. En basiti, o bir trendir. Arabaların tersine, trenler dünyanın arka tarafında ilerler. İstasyona yakın kenar mahalle evleri diğerlerine göre biraz daha iyi haldedir. Ama raylarda yol alırken yalnıca kötü halde olanları görebilirsiniz. Hiçbir araba yolculuğu, bir memleket hakkında tren yolculuğu kadar fikir veremez. Bahçelerimize, çatı katlarımıza ve barakalarımıza bakarsınız. İplerde kuruyan iç çamaşırlarımızı görürsünüz. Bahçe süslerimize, kerevizlerimize, pırasalarımıza, verandalarımıza ve tuğladan yapılma barbekülerimize bakarsınız. Flaman topraklarında boy gösteren, mahkeme kararınca onaylanmış ama tadı olmayan otları ağır ağır yiyen inekleri görürsünüz. Rayların kenarındaki, yere sabitlenmiş tozlu mermer ve granitlerin, sevdiklerimizin son durağı olan yeri simgelediklerini görmek istiyorsanız, terene binin….” Gunther Strobbe

Belçika’dan absürd komedi çıkmaz demeyin, Kuzey Avrupa’nın sinemasına da müziğine de güvenin.

http://eksisinema.com/2011/03/30/de-helaasheid-der-dingenthe-misfortunates/   
Merhaba sevgili 10 kişilik hayran kitlem.
Okuyanım var diyerek sevinip, bana sorumluluk yüklediniz, bundan böyle bu blogu ciddiye alacağım diye büyük laflar edip neredeyse 1 ay ortadan kaybolmam ne ironik değil mi? Bu süre zarfında sizlerden sevgi dolu kartlar, gazetedeki haflerin kesilip cımbızla tek tek yapıştırılması suretiyle oluşturulmuş imzasız ve parmak izi bulunamayan tehtid mektupları almak isterdim. Umuyorum bir gün onlar da olacak.

Bu aralar hayat biraz hastane merkezli oldu benim için. Küçük çaplı bir sağlık problemim vardı. Çözüme yaklaşıyorum. Elbet son bulacak.

Bir de hayatıma ekşi sinema girdi. Benden daha güzel ve profesyonel yazan bir grup ekşi sözlük insanıyla beraber oraya da yazacağım bakalım. Bugün ilk yazımı yazdım. O yazının bir bölümünü de buraya aktaracağım. Hımmm bir de oraya bakalım diyeniniz olursa ekşi sinemaya şu adresten ulaşılıyor:
http://eksisinema.com/

Çav!

5 Mart 2011 Cumartesi

Yaşadığım yerin Düzce olduğundan bahsetmiş miydim?

Bu akşam görüştüğüm arkadaşlarımla, oturup Düzce'den ne kadar sıkıldığımızı, Düzce'yle ilgili TBMM'nin bu şehirdeki mutsuz genç nüfusun çoğunluğu oluşturduğu gerçeğini göz önünde bulundurarak, şehirle ilgili "süresiz kapatma kararı" alması gerktiğini tartışıp, dilekçe yoluyla derdimizi meclise götürsek, ne kadar başarılı oluruz aceba? diye ciddi ciddi kafa patlattık. Daha sonra da hepberaber İzlanda'ya yerleşmeye karar verdik. 10 dakika sonra vazgeçtik. Vazgeçerken zorlanmadık.

Bugün de bünyem için zor kararlar aldım. Stres altında çalışabildim (bulaşık makinesinin içini yerleştirirken çok stresli oluyorum.) Çalan bütün telefonlara pek bi presentable baktım. Kediyle çeşitli grup çalışmalarında bulunduk. Ben mamasını hazırlarken, kendisi de yere düşen kuru mama taneleriyle oynadı. Bence aramızda bir paylaşım oldu. Böyle işte. Bugün de işsizim. Aaaaa! Ama bugün cumartesi. Tamam ya, o zamn sayılmaz.

4 Mart 2011 Cuma

THE TOURIST

Olmamış bir film. JOHNNY DEPP neden böyle bir filmde oynamayı tercih etmiş, merak ettim. Hele ki SECRET WINDOW gibi bir filmi zaten varken.. Acaba paraya mı sıkıştı? Tüh.

Seyrettikten sonra farkettim, ben ANGELINA JOLIE'nin GIRL INTERRUPTED haricinde hiç iyi filmine rastlamamışım. Ayrıca hayranları af buyursun, kadın gittikçe çirkinleşiyor. Zaten 30 kilo kaldığından beri koca kafalı bişi oldu gözümde. Bir dönem tanrıça sandığım bu kadının nesine hasta olduğumu düşünerek baktııım baktıım bulamadım. Johnny Depp olmasaydı, filmi izlemeyeceğimi de itiraf edeyim. Zira Angelina'dan oyunculuk ve iyi film adına umudumu keseli çok oldu. Ayrıca Depp'le de iyi bir çift olamamışlar. Yönetmenin başlangıçta Frank karakteri için düşündükleri isim de farklıymış zaten. Keşke ilk kararında ısrar etseymiş.

Bu filmde bir kez daha anlıyoruz ki, en popüler kadın ve erkek oyuncular bir araya gelse de, prodüksiyona büyük paralar harcansa da, senaryo tırtsa olmuyor işte.

Filme tür olarak IMDB "action, drama, romance" demiş. Film konusu itibariyle bir action filmi olmalıymış. ortalık ajandan, polisten, silahlı adamdan geçilmezken görebildiğimiz en büyük action Johnny Depp'in çubuklu pijamalarıyla mart kedisi gibi çatıdan çatıya atlamasıydı. Angelina Jolie'nin tekneye kelepçelenmiş sevdiceğini kurtarmaya kalktığı sahne ise aksiyonun yüz karasıydı. İki tane Rus kiralık katil, küçücük mekanda kağnı hızıyla giden bir teknenin içindeki kadını vuramadılar. Ha onu geçtim bütün bu çaresizlikler içinde yanmış ve ıslanmış kağıt küllerinden mektubun aslını çözebilen dedektifler de mevcut filmde. Yani hem filmin zeka yaşında, hem de aksiyonda ciddi bir tutarsızlık var.

Başından beri merak edilen adamın sonunda Johnny Depp çıkması, hakkaten hiç inandırıcı değildi. Hiç şaşırtmadı. Filmin ortasından itibaren oturup Frank ve aAexandr 'ın aynı adam olduğu ne zamn çıkacak ortaya diye düşündüm.

Romance demiş imdb....Oteldeki o kötü öpüşme sahnesi dışında ,en romantik şey filmin finaline yakın Angelina Jolie'nin giydiği siyah elbiseydi. Filmdeki tek güzel şey de oydu.

Bence imdb filmle ilgili ne diyeceğini bilemediğinden tür olarak bir sürü seçenek sunmuş.
İzlemeyin.

26 Şubat 2011 Cumartesi

Hep eleştirilir bizde nedense, Türkiye'de blog okuma alışkanlığı yok diye. Yok, çünkü yazma alışkanlığı da yok. "Bir bende var" gibi bir anlam çıkmasın lütfen bundan. Zira bende de yok. Bizde birine "aa blogun mu var?" sorusunu sorduğumuzda, cevabı genelde "evet yazmadığım bir blogum var" şeklinde olur.

Bugün 7 tane takipçimin olduğunu görüp, çocuk gibi sevindim. Beni okuyan 7 kişi var lan, daha ne isterim hayattan. Kağan (Kaan olmayan bir Kağan) bana "seni 7 kişi okuyor, benden popülersin" dedi. Ben de "evet google'ın kapıma damlanması an meselesidir" dedim. Derken aklıma geldi, ey 7 kişi bana nasıl bir sorumluluk yüklediniz siz? Şimdi siz okuyacaksınız diye ciddi ciddi buraya gelip yazarım herhalde. Ciddi ciddi derken, yaptığım işi ciddiye almaktan bahsediyorum. Yazacaklarımda o ciddiyeti beklemeyin lütfen. Ben burada anlattıklarımı evde anlattığımda herkes sadece dinliyormuş gibi görünüyor. O yüzden bu 7 kişiye gözüm gibi bakacağım.

Evde oturan bir işsiz olarak söyleyebilirim ki, evdeki kedi bile benden daha dolu, kendine meşgale bulabilen bir canlı. Böyle saksı gibi oturmaya daha ne kadar tahammül edebilirim bilmiyorum. Ama görünen o ki, pencereden kuşları takip edip, kumumla oynayacağım günler yakındır. Oof of, manav açasım var.

24 Şubat 2011 Perşembe

BLACK SWAN

Bu filmle ilgili artık söylenecek söz kalmamışa benziyor. Sanal ortamın haricinde, çevremde de çok fazla yorum duyuyorum film üzerine. Bugün oturup seyrettim. Teknik zırvaların haricinde tüm yorumlara en fazla katıldığım nokta NATALIE PORTMAN'ın OSCAR'da en iyi kadın oyuncu ödülünü almasının değil alamamasının acayip olacağı. Hatta bu film sırf Natalie Portman Oscar alsın diye çevrilmiş bile olabilir. Filmdeki Nina nasıl ölümüne dans ediyorsa, Natalie de ölümüne oynamış.

Filmin yönetmeni DARREN ARANOFSKY benim için eskiden sinemanın dahi isimlerinden biriydi. Akademi tarafından da pek sevilir. Eskiden üniversite öğrencisi olmanın ön şartı olarak kabul edilen Requiem For a Dream filminin de yönetmenidir ayrıca. Bilirsiniz, bir dönem bu filmden bahsetmeyeni, bu filmi övmeyeni dövüyorlardı. Bu film hakkında yorum yaparak nice saplar sevgili yaptı. Pi filmi yüzünden kaç kişi matematiğe sardırdı. Herkes şifreci oldu çıktı. Seversiniz ya da sevmezsiniz ama bir gerçek var ki bu adam filmlerinden konuşturmayı biliyordu.

Ama daha sonra The FOUNTAIN diye bir film yaptı Aranofsky. Benim hayatımda hiçbir yere koyamadığım, hakkında kötü diyerek bile yorum yapamayacağım bir filmdi. Felsefe yaparken bokunu çıkarmak olarak tabir edilebilir film boyunca izlediklerim. O zamn şunu düşünmüştüm: Bu adamın üzerinde o kadar fazla "dahi çocuk" baskısı var ki, kendimi aşmalıyım, daha iyisini yapmalıyım derken strese girmiş olmalı. Böylece Fountain'i batırdı. Aklıma gelmişken, o filmin oyuncu seçimi de rezalettir.

Her neyse, ne diyordum, böylece ben bir sonraki film THE WRESTLER'ı izlemedim. Filmmle ilgili de olumlu tek bir şey duymadım. He ama bu arada, Requiem for a Dream fazla şiddet içerdiği için Oscar klasmanına alınmadı, The Wrestler epey bi dalda Oscar'a adaydı. Hatta Micky Rourke küllerinden doğdu. Şimdi  Aranofsky Black Swan ile tekrar arenada. Dediğim gibi Akademi bu adamı seviyor.

Gelelim Black Swan'e.. Bu filmle ilgili tamamen Yaysey'in talebi üzerine yorum yazıyorum. Yazmaya başlamadan önce şöyle bir yorumlara baktım ekşi sözlükte, ne tuhaftır ki, pek çok kişi benimle ilgili aynı durumdaymış. Herkesin filmi hazmetmesi zaman almış. Bu film bir korku değil, bana göre psikolojik gerilim de değil. Psikolojik gerilim nedir, nasıl olur diyenlere bi kaç doz Alfred Hitchcock öneririm. Filmin geren bir psikolojisi yok, ama gererek sizin psikolojinizi bozuyor. Sıkıntı duyuyorsunuz, Nina'nın nevrotik annesi sıkıyor, Nina'nın öğretmeninden ve oyunun yönetmeninden sıkılıyorsunuz, ne ayak olduğu belli olmayan diğer dansçı kızlardan sıkılıyorsunu ama Nina için üzülüyorsunuz. Bu kişilerden sizin kadar Nina'da sıkılıyor. Nina'nın sıkıntısını film boyunca paylaşabiliyorsak bu bir yönetmen başarısıdır. Sözlükte okuduğum Yorumlardan birinde, filmde kullanılan ışıklardan bahsedilmiş. Benim bilgim olmayan bir konuydu. Ama okuduklarımdan etkilendim. Şöyle demiş yazar:

"Kendine has bir ''ışığı'' olan film.
Tiyatroların ışık odalarında, par'lara ya da spotlara takılacak ''beyaz'' fon yoktur (ya da cahiliz ve görmedik) bunun yerine ışıkçılar yoğunlukla mavi fon ve normal ışık sentezini sahnede buluşturarak ''beyaz'' bir renk elde ederler. Fakat bu beyaz fon sahnede bembeyaz bir etki yaratmaktan ziyade soğuk, soluk, buz gibi bir beyaz etkisi yaratır. Yani dolaptan çıkardığınız buza bakarken gözlerinizin kamaşması ve akabinde az da olsa maviyi görür gibi olmanıza benzer bir etkidir bu. işte bu filmde de, dans provaları esnasında prova alanını aydınlatan floresan ve bu ışımanın aynada yansıymasıyla bu ''soğuk'' renk çıkmış ortaya. zaman zaman metro zaman zaman da evdeki renklerde de ve hatta temsil esnasında -ve filmin hemen başındaki siyah kuğu figürüyle- bu durumla /renkle karşılaşabiliyoruz rahatlıkla. Zaten hikaye de oldukça sert ve soğuk seyrini tamamlıyor."

Bu yorumu okudukan sonra ışığın da beni ne kadar gerdiğini farkettim. Filmde aklımda kalan bir söz, can alıcı bir sahne vs yok. Ama siyah kuğuya dönüştüğü sahne filmin en etkileyici sahnesiydi. Bunun üzerine de sağlam bir final yapıldı. Seyirci olarak bence öyle ters köşeye, sağa, sola yatmadık. Şizofreni üzerine zaten o kadar çok film çekilmiş ki, artık bu konuyla ilgili ters köşeye istesek de yatamaz olduk.

Peki sonuç ne olur? Şöyle olur: Natalie Portman en iyi kadın oyuncu oscarını alır, film de en iyi kostüm vs..

21 Şubat 2011 Pazartesi

THE SOCIAL NETWORK

Aziz Kedi'nin Tedx'te yaptığı konuşmayı izledikten bir kaç saat sonra seyrettiğim için midir nedir, "başarı dediğimiz şey ne kadar da orospuymuş" çıkarımını yaptığım film. Sağdan soldan devamlı spoilerlarına maruz kaldığımdan, DAVID FINCHER'a rağmen, filme ilgimi kaybetmiş, uzun süre izlemeyi reddetmiştim. sonra şöyle bir meraka kapıldım: Oscar'a aday olacak kadar hikayesi neymiş bu Facebook'un arkadaş? Tamam Oscar'ın kalite standartı da tartışılır belki; ama ben Facebook'un filmi diye düşününce kafamdan ilk önce, üçüncü sınıf amerikan geyik gençlik filimleri geçirmiştim; hani ismi Hackers, Cheaters gibi bişi olup, Türkiye'deki afişinde ismi Üçkağıtçılar, Dalavereciler, Ah Bu Çocuklar, Çılgın Şeyler, Tehlikeli Dakikalar şeklinde çevrilen cinsten.

İzledikten sonra da -kendime de hayret ederek- çok beğendim ben bu filmi. Bir kere en güzel yanı akıcılığı. bugüne kadar MARK ZUCKERBERG'in gerçek yaşam öyküsü hakkında hiçbir araştırmam olmadığından, filmde anlatılan hikayenin ne kadarının değiştirildiğini, ne kadarının gerçek olduğunu bilmiyorum. ama filmin gidişatı, ekstra hiçbir ayrıntıya gidilmemesi, anlatılan hikayenin sadece Facebook'un hangi amaç ve mantıkla kurulduğunun anlatılması çerçevesinin dışına taşmaması, anlatılan konuyu bana inandırıcı kıldı.

Bununla beraber, JESSE EISENBERG'in oyunculuğunu şahsen hiç de kötü bulmadım. Gerçek hayatta Mark Zuckerberg nasıl bir adamdır, ne yer ne içer, nasıl yürür bilmem ama burada canlandırılanın tam bir geek olduğu düşünülürse Jesse Eisenberg rolünün hakkını vermiş derim. Ayağındaki tuvalet terliği tipli şeylerle karda kışta şakıdı şakıdı yürümesi, anlamsız dalıp gitmeleri, açık unuttuğu ağzı, eblek bakışları, takıntılı oluşu, insanlarla diyalog kurduğunu zannetmesi (ki hepsi bildiğin monolog), çok hızlı konuşması ve eski sevgiliyle olan durumları.. İlerleyen olaylar dahilinde oyuncunun yaptığı hiçbir mimik ve jest abartı gelmedi bana. Oyuncunun kalas olduğunu düşünmek yanlış olur çünkü aslında kalas olan Mark Zuckerberg.

Filmin kurgusuna bakarsak, burada en fazla övgüyü açılış sahnesi hakediyor. Kız arkadaşı ile arasında geçen diyaloglardan Mark hakkında filmin devamı için bize gerekecek bütün bilgiyi ediniyoruz. Anlıyoruz ki Mark zeki, ukala, hırslı, badak ve öyle ahım şahım değer yargıları olmayan bir öküz. Kızı da şöyle tanıyoruz: "Haklı". Böylece Mark'ı izleyici olarak tekrar tekrar çözmek zorunda kalmıyoruz, bu işi ilk sahnede bitirip tamamen ana malzemeye odaklanıyoruz: Facebook. Bu şekilde David Fincher belki de, esas konuyu kotaracak ek vakit kazandırmış kendine.

Filmin ilerleme hızına bu kadar çok takmış olmamın bir sebebi de, şu mercimek beynimle, kurduğum bir başka bağlantı. Mark hızlı konuşan, beyni hızlı çalışan, hızlı üreten, ürettikleri hızlı popüler olan, kısa zamanda hızla yükselip zengin olan bir adam. Kafası sürekli üretmeye programlanmış bir makine gibi. Kurnaz da aynı zamanda. Yani adamın hayatı hızlı olduğu için film bu kadar tempolu olabilir. Filmde sanki kazandığı para zerre umrunda değilmiş , o sadece başarıyı istiyormuş gibi bir şekil şemal çizilmiş diye düşünmüyorum. zira herif siteyi cebinden beş kuruş ödemeden kurup, o beş kuruşun sahibini terayağından kıl çeker gibi ekarte etmeyi bildi.

Filmi izledikte sonra adama bayılmadığım gibi, adamdan ya da Facebook'tan nefret de etmedim. Adam hırslı ve işini biliyor. Bu yüzden milyon dolarlar kazanyor diye adamı dövmeye gerek yok. Diğerleri de kürek çekeceğine artiz artizz oturup kod yazsalarmış arkadaş.

He bir de bu network alemindeki aşk acısı olayını çözemedim ben. Biri sevgilisini özler Ekşisözlük'ü kurar, biri sevgilisinden ayrılır Facebook'u kurar.. Daha nelere şahit olacağız bakalım.

Bu film çattadanak oscar alırsa, o kadar da şaşırmayın.

19 Şubat 2011 Cumartesi

BEN BİRAZ OKSİJEN ALAYIM

Ben neden bu kadar yorgunum?
Yapacak hiçbir şeyi kalmamış insan yorgunluğu benimkisi. Taş atmamışım hiçbir yere, kolum ağırmamış uzun zamandır. Öyle oturuyorum evimde. Buraya birşey yazmıyorum, yazacak birşeyim olmadığından. İnsanlarla konuşmuyorum, konuşacak bir şeyim olmadığından. Kendimden de o kadar sıkılmış değilim. Nefes alıyorum en nihayetinde. Ama ben oksijen değil de başka bir şeyler çekiyorum sanki içime. Beni uyuşturan, beni şişiren, beni olmadığım bir insan yapan bir şey. Sanki içinde çeşit çeşit gaz olan atmosferden en yanlış olanını yolluyorum ciğerlerime. Ölmüyorum ama her gün biraz daha uyuşuyorum, hareket edemiyorum.
Sohbetlerde yokum aslında. Kafam başka bir yerdeymiş gbi görünüyormuşum. Öyle söylüyorlar. Değil. Kafamın içinde gidecek bir yerim yokki benim. Kalmadı.

21 Ocak 2011 Cuma

ÖYLESİNE

2011 yılına ait bütün burç yorumlarında yay burcunun 7 ocaktan itibaren çok acayip olacağına, çok süper şeyler yaşayacağına dair birşeyler okudum. "Vay anasını" dedim ve 7 ocağı beklemeye başladım. Beklerken üç kitap okudum, bolca çay içtim, bir arkadaşımın doğumgünü kutlamasına katıldım, başka bir arkadaşımı İstanbul'a yolcu ettim, bilgisayarın ana kartını yaktım. Derken farkettim ki, bugün günlerden 22 ocak olmuş. Bu kadar gündür acayip şeyler olmalıydı hayatımda. Bir düşüneyim; az önce koca bir bardak çayı, benimle oynamak için üzerime atlayan kedi sayesinde kucağıma döktüm. Ömrümde üzerime çok çay dökmüşlüğüm vardır ama ilk defa bu kadar çok ıslandım. Gerçekten çok acayip. Evet.

Evde bugüne kadar aldığım ama bir türlü sıra gelmediği için okuyamadığım kitaplarımı dizdim şöyle bir. Epey varmış. Buket Uzuner'in bir kitabını almışım bir ara.. (Aaa hatırladım, Migros'tan almıştım.) Kitabın adı İstanbullular. Buket Uzuner sevmeyen biri olarak, kitabı sırf İstanbul özlemimi bastırsın diye aldığımı da hatırlıyorum. Sonra unutmuşum, her zamanki gibi..

Kitap Yahudisinden Rumuna, yedi kuşak Bebeklisinden on yıllık varoşlusuna, türbanlısından frankafonuna, kendini İstanbullu hisseden insanların hikayesini anlatıyor. Kitabın baş karakteri Belgin, aynı zamanda kitabın en sıkıcı karakteri de.

Buket Uzuner okumak benim için, çok fazla bitki çayı tükettiğinden kendini gay sanan bir erkek olmak gibi, tam olarak açıklayamadığım bir his. Ama ne kadar önyargılı olduğumu da gayet açık eden bir durum. Zaten koca İstanbul'a da bir ben fazla geldim anasını satayım. Gıcık oluyorum şimdi orayla ilgili kitap yazıp sayfalarca anlatanlara.

Hadi kitaptan alıntı yapayım da tatlıya bağlayalım:

"Bir aşk ilişkisinin hangi ortaklıklar üzerine kurulduğu bellidir ama asıl hangi zayıflıklar üzerine durduğu daima bir sırdır."