18 Aralık 2010 Cumartesi

REMEMBER ME

EMILIE DE RAVIN'in ve ROBERT PATTINSON'ın sade, ölçülü oyunculuklarnını takdir edilesi olduğu film. Ayrıca film, bağımsız yapım ya da festival filmi tadında ilerliyor. Olaydan ziyade durum anlatılmış. Güzel kız, yakışıklı erkek konusu sananlar izlemesin; çünkü dolu dolu bir aile dramı. CHOCOLAT'tan beri hastası olduğum LENA OLIN'i bu filmde görmek de izlerken ayrıca mutlu etti beni.

16 Aralık 2010 Perşembe

JAMES DEAN'İN ARABASININ LANETİ

30 eylül 1955 günü JAMES DEAN, PORSCHE SPYDER marka arabasının başka bir araçla kafa kafaya çarpışması sonucu ölmüştür. dean arabasını severdi, ona LITTLE BASTERD adını vermişti. Ama kız arkadaşı URSULA ANDRESS arabaya binmeyi reddediyor, dostu NICK ADAMS arabadan hoşlanmıyordu. Aktör ALEC GUINNESS arabayı görünce titremeye başlamış, binmemesi için Dean'i uyarmış, arabadan kurtulmazsa bir hafta içinde öleceğini söylemişti. Bir hafta geçmeden dean, SALINAS'taki bir yarışa giderken kaza yaptı veLlittle Bastard ezilmiş bir sigara kutusu gibi bir hendeğe yuvarlandı. Dean acil servise giderken öldü.
PORSCHE daha sonra bir yenileme manyağı olan GEORGE BARRIS'in eline geçti. Barris, arabayı parçaları için almıştı. Barris arabayı teslim alırken, Little Bastard kamyondan yuvarlanıp tamircilerden birinin bacağını kırdı. Barris motoru Troy Mchenry'ye, vitesi de William Eschrid'e sattı; ikisi de ekim 1956'daki bir yarışta kaza yaptı. Eschrid Porsche'sine takla attırarak ağır yaralandı, Mchenry de arabanın kontrolünü kaybedip pistten çıktı ve öldü. Bu arada Barris bu ezik büzük arabanın parçalarını satmaya doyamıyordu, tekerleklerini de ismi bilinmeyen birine satmıştı. O da geri dönüp iki tekerleğin birden patladığını, onu (Dean'in başına gelenler gibi) bir hendeğe sürüklediğini söyledi.

Barris ezik araba gövdesini California Otoyol Devriyesi'ne, bir yol emniyeti sergisi için sattı (akıllanmıyor da!), ama sergi için Salinas'a götürüldüğü sırada, onu taşıyan kamyon yoldan çıktı ve meydana gelen kazada sürücü öldü. Artık belasını arayan Barris adı batasıca Little Bastard'ı en son 1958 yılında, Florida'daki bir başka yol emniyeti sergisi için ödünç verdiği sırada gördü. Otuz bir yıl sonra, LOS ANGLES TIMES, onun sergiden sonra Porsche'yi kamyona yüklenirken gördüğünü, ama kamyon gideceği yere vardığında arabanın kayıp olduğunu söylediğini yazdı.

Little Bastard ile bağlantılı bir sürü ölüm DEAN'in felsefesinin ürkütücü bir yansıması gibi: "saygı duyulacak tek şey ölüm. kaçınılmaz, reddedilemez tek gerçek o."
(alıntıdır)

12 Aralık 2010 Pazar

NINE

FELLINI'ye meydan okumak amacı gütmeden, 8 1/2 nin yeniden çekiminden ziyade Fellini'ye özel, bir nevi ustaya saygı duruşu niteliğindeki film. Fellini gibi kendi hayal dünyasını sinemaya casurca aktarabilmiş bir yönetmenin, gerçek yaşamında yaşadığı olayları hayallerinde nasıl canlandırdığı, gerçek ve düş arasındaki geçişler filmde ustalıkla gösterilmiş. Dolayısıyla filmin müzikal olarak çekilmesi, hem filmi canlı kılmış, hem de masalsı yapısını korumuş.

---
Filmde, GUIDO'nun annesi rolünü SOPHIA LOREN'den başkasına vermeleri ayıp olurmuş resmen. DANIEL DAY LEWIS, Guido (ya da Fellini) rolünde inanılmaz başarılı. Özellikle GUIDO'S SONG' u söylerken "my body's clearing forty as my mind is nearing ten" kısmındaki tatlı yüz ifadesi gözümün önünden gitmiyor.

Hikaye, Fellini'nin gerçek yaşam öyküsüyle ne kadar bağdaşıyor bilemiyorum ama seyrederken, CLAUDIA karakteri aslında CLAUDIA CARDINALE midir, ya da Fellini'nin büyük göğüslü kadınlara olan takıntısı gerçekte de filmde olduğu gibi 10 yaşında sahilde gördüğü bir kadından mı miras kalmıştır die düşünmeden edemedim. Bu arada sahilde gördüğü kadın için; (bkz: FERGIE)

A COUNTESS FROM HONG KONG

Romantik komedi türü eski filmleri sevenlere tavsiye edilir.

---
Filmde, gemiyle Hong Kong'a gelen petrol kralı Ogden (MARLON BRANDO)'in, bir geceliğine kendisine eşlik etmesi için tanıştırılan Beyaz Rus göçmeni Natascha (SOPHIA LOREN) ile karşılaştıktan sonra başına gelenler konu edilir. Natascha, Ogden'le tanıştığı gecenin sonunda Ogden'den habersiz kaçak yoldan Amerika'ya girebilmek için gemide saklanır. Gemi Hong Kong limanından hareket eder. Olaylar gelişir.
Döneminde bu filmi sinamada seyredebilmiş olanların aklında, nedense bu film Sophia Loren'in gemi güvertesinden denize atladığı sahne ile kalmıştır.
---

JULIE & JULIA

Konuya göre biraz fazla uzun tutulmuş film. İnsanın izlerken yer yer ilgisi dağılabiliyor.

---
Filmde, yapılan yemeklerden ziyade JULIA ve PAUL arasındaki muazzam bir hoşgörüye dayanan karı koca ilişkisi daha göz doldurucu ve akılda kalıcı. Bir de filmde müthiş tatlılar yapılıyor.
---

İftardan sonra izleyiniz.

THE SOLOIST

Benim kafamı "ruh sağlığı yerinde olmayan insanlarla BEETHOVEN arasındaki bu ilişkinin sırrı nedir?" sorusuyla karıştrdı bu film. Daha önce seyrettiğim bi kaç filmde de şizofreni hastası olup özellikle Beethoven'ı takıntı haline getirmiş karakterlere rastladım. Dolayısıyla filmi seyrederken acaba bunun psikolojik bir açıklaması var mı, yoksa Beethoven da artık bir Holywood klişesi mi diye düşünmeden edemedim.

Rolü gereği JAMIE FOXX gerçekten de Oscar kalıbının içinde bir karakter. Film gerçek hikayeden alıntı, Hollywood yapımı değil de sanki bir bağımsız film havası yaratan çekimler ve tabi not full retard...tam da Akademinin sevdiği şeyler. Yine de adaylıklarda filmin şansı olmadı.

----
Film LOS ANGLES TIMES gazetesinin yazarlarından STEVE LOPEZ'in gazetede yazacak yeni bir hikaye ararken Los Angles'taki yüzlerce evsizden biri olan NATHANIELl AYERS ile tanışmasını ve Nathaniel'in hikayesini yazmaya karar vermesiyle başlıyor. Bundan sonra biz seyirci olarak Steve'in hikayesinden çok Nathaniel'ın hikayesini seyrediyoruz. Gerçek hikayeden alıntı olduğundan mıdır nedir Steve'in hikayesi daha arka plana atılmış. Yani steve'in aslında sorumluluklarından kaçan bir adam olduğunu küçük ayrıntılardan yakalayabiliyoruz. Yine de steve aslında işkolik mi yoksa sıkıntıya gelemeyen bir adam mı anlamak güç. Oyunculuk adına Jamie Foxx'a göre ben Robert Downey jr'ı daha başarılı buldum. Bu beğenide ROBERT DOWNEY JR..' a karşı engel olamadığım adam kayrmacılığım haricinde ölçülü oyunculuğa olan takdirim de mevcut.
---

Film benim bu yazım kadar sıkıcı bir film değil, inanın. İzlemeye değer.

A LA FOLIE... PAS DU TOUT

Romantik-komedi sınıflandırmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bana göre bu filmin türü gayet psikolojik-gerilim.

---
Filmin baş karakteri ANGELIQUE hiç de öyle sevimli delilerden değil. Adamın bir hiç uğruna yaşadığı bütün sıkıntı resmen bana geçti. Sinirim bozuldu. Üzüldüm. "İnsanın durduk yerde başına neler gelebiliyor yahu" gibi düşüncelere daldım.
---

Oyunculuk açısından SAMUEL LE BIHAN'ı AUDREY TAUTOU'dan daha iyi buldum. Audrey Tautou'nun AMELIE sonrası oynadığı bütün filmlerde hala Amelie mimikleri ekseni etrafında dönmesi beni pek etkilemiyor.

ÇILGIN DERSHANE KAMPTA

İzlemeyi hiçbir zaman düşünmedim. Ama ikincisinin çekilmiş olması mutluluk vericidir. Şöyle ki:

Eskiden SİYASET MEYDANI ve muadili programlarda dahi sıklıkla tartışılırdı, Türk sinemasının nereye gittiği. Konunun bu olduğu tartışma programları pek siyaset temalı olmadıklarından sabahın ilk ışıklarına kadar sürmezdi. Zaten seyredilme amacı OKAN BAYÜLGEN, YILMAZ ERDOĞAN (sevenleri için), PELİN BATU (güzel kontenjanından), MUSTAFA ALTIOKLAR (nefret edenleri için) ve hatta o dönem filmlerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir iki tane RUS (Rus kontenjanından) gibi isimlerin programa konuk olmasıydı. Türk sinemasının nereye gittiğini oturup kameralar önünde tartışan bütün ünlü yönetmenlerin ve oyuncuların söylediği tek şey, Türk sinemasının darboğazda olduğu, sinemada gişe yapamadıkları, film şirketlerinin sponsor bulmakta çok zorlandıkları, kısaca üç kuruşa yılda iki tane filmi anca çekebildikleriydi. Daha sonra yavaş yavaş canlanan Türk sineması, kendi halkının da ilgisini çekmeye başladı. Çoğumuz önyargılarımızdan kurtulup Türk filmlerine gitmeye başladık. İçlerinde "olmuş, hayret" dediklerimiz de var, yerin dibine soktuklarımız da var..
Hollywood sinemasında ÇILGIN DERSHANE ayarı filmleri sıklıkla görüyorsunuz ve gördüğünüz yerde de bu filmlere "olm adamların parası bol, nereye harcayacaklarını bilemiyolar, böyle bok gibi filmler çekiyorlar" diyorsunuz. Ben de diyorum,ne yalan söyleyeyim.
Bir filmin ikincisinin çekilmesinde yönetmenin intihar eğilimli bir insan olmasının yanında, arz talep durumu da söz konusudur. bugün ÇILGIN DERHANE, MASKELİ BEŞLER ORDA BURDA, HABABAM SINIFI GİİŞİNİZ OLSUN DÖNÜŞÜNÜZ OLMASIN İNŞALLAH..vs gibi filmlerden birinin afişi inmeden diğeri çekiliyor.
Bundan da şu sonucu çıkartmak istiyorum ki, Türk sineması, artık böyle filmler çekecek kadar zengin olmuştur, Türk sineması kalkınmaya başlamıştır..Hiçbir yönetmen, hiçbir oyuncu televizyona çıkıp artık ağlamayacaktır. Yaşasın!
(08.01.2008)

YALANCI YARİM

Kalabalık kadrosuna, başrol oyuncularına (EMEL SAYIN, TARIK AKAN) rağmen METİN AKPINAR'ın ve Yeşilçam'da yeni yeni farkedilmeye başlamış KEMAL SUNAL'ın replikleriyle akılda kalan ERTEM EĞİLMEZ filmi. Özellikle Metin Akpınar'ın "Eleeeeeev koş koş!" repliği her seyredişimde dilime yapışır, bir süre kurtulamam.

Bir de bu filmde de dahil olmak üzere Emel Sayın'ın oynadığı bütün filmlerde varolan durduk yerde kadının şarkı söylemeye başlaması sahnesi vardır ki, hep düşünmüşümdür; bu hareketi ben de yapsam, adım deliye çıkar mı? Mesela sevgiliyle arabada seyir halindeyken, 4 Levent civarında trafikte sıkışıp kalan arabanın içinde ağır hareketlerle sevgiliye dönüp gözlerimi bayarak "eeelbeeeet birgün buuluuuşaacağıııız.." diye başlasam, sevgili de Tarık Akan gibi bana bakıp sırıtır mı, yoksa eline levyeyi alıp "in lan aşşaa manyak" der mi? ya da bir gün "bu haftasonu Taksim'e gitmek yerine şöyle hepberaber bir kamyonun arkasına doluşup SULTANSUYU'na gidelim" desem arkadaşsız kalır mıyım? Hep düşünürüm bunları ben işte. Hayat filmlerdeki gibi olmuyor maalesef..

Metin Akpınar- Şu hale bak, beş dakika sonra hazırım dedi, bir saat oldu! Şeytan diyor kalk, çık yukarı, "bana bak kadın, yeter artık, daha fazla bekleyemem seni" de.

Karıs- Mahmuut!

Metin Akpınar- Caaanım?

Karısı- Neyden bahsediyorsun?

Metin Akpınar- Aşkımızdan bahsediyordum hayatım..

A BOUT DE SOUFFLE

MICHEL ve PATRICIA arasında geyik tadında devam eden diyaloglar içinde müthiş cümlelerin yakalanabildiği film. Burada geyik kısmını da açıklamak lazım. Karakterler sürekli olarak konuşurlar ve konuşmalar günlük, sıradan, sırf konuşmuş olmak için ortaya atılmış cümleler gibidir. Gazetecilik okumak için Paris'e gelmiş olan Patricia, müzikten, kitaplardan, yazarlardan, hayattan vs konu açmaya çalışsa da, Michel sayesinde hiç bir konuya tam manasıyla değinilemez. Cümleler hep havada kalır. Hatta aynı sahne içinde iki karakterin de aynı anda iki alakasız konu hakkında birbirlerine anlatıyormuş gibi konuşmalarını seyretmek çok keyiflidir.

---
Michel - Kadınlar sekiz günde yapacaklarını, sekiz dakika sonra yapmak istemezler. Oysa sekiz dakika da sekiz gün de aynı hesaba gelir. Evet..Hayır...Kadınlar hiç hesap bilmez. Bu moralimi bozuyor.

****
Patricia - Fransızlar çok farklı olan şeyler için "hep aynı şey" der.

****
Patricia - Birbirimizin gözlerine bakıyoruz ve bu hiçbir işe yaramıyor.

****
Patricia - Uyumak kötü bir şey; ayrılmak zorunda kalıyoruz. Ayrılmak..Beraber uyuyoruz denir ama doğru değil.

****
Michel - Ben hep kendi adıma konuştum, sense kendi adına. Oysa ki sen beni, ben de seni anlatmalıydım. ...... Ben özgür olmaya inanmıyorum,ama özgürüm. Sen inanıyorsun, ama özgür değilsin. Ben senden üstünüm. ...Herkesle yatan ama kendilerini seven tek erkekle, herkesle yattığını bahane edip yatmayan kızlar gibisin.
---

VICKY CRISTINA BARCELONA

JAVIER BARDEM'in, hoş ve seksi görünümünün (kadın dergilerindeki kıytırık film yorumları gibi oldu..) dışında hemen hemen tüm filmlerinde görmeye alıştığımız bir WOODY ALLEN'ı canlandırdığı film. Benim gibi Woody Allen filmlerinin tutkunları bu filmi de bayıla bayıla seyredecekken, onun filmlerine herhangi bir sempatisi olmayanlar ya da hiç hoşlanmadığı halde sevgilisinin zoruyla bu filme gitmiş bulunanların aklında müthiş Barcelona görüntüleriyle kalacak bir film olmuş Vick Cristina Barcelona..Tabi SCARLETT JOHANSSON'dan sonra.

---
Klasik Woody Allen karmaşa komedisi yine bu filmde de hakim. Filmde konuyu, olayları değil kişileri takip ediyorsunuz ki; bu da bir Woody Allen klişesi. Ve o dört karakterden biri illaki size çok benziyor. Ben ''sanatın her dalına ilgisi olduğu halde hiçbirşeye yeteneğinin olmadığını üzülerek itiraf eden Cristina'ya bakarken kendimi gördüm bir an için. (Keşke görüntü olarak da kendimi görebilseydim.. Zira kendisi Scarlett! ) Ve evet; bu da bir Woody Allen klişesi!

Karakterlerin türlü şavalaklıklarının, sadakat duygusunun ince ince tiye alınmasının yanında, filmde en fazla dikkat çeken durum (ve hatta güldüren); sürekli bir arayış içerisinde olan, ne olmak istediğine bir türlü karar veremeyen ama çok şey olmak isteyen Cristina'nın kendi gibi Amerikalıların yanında bir Avrupalı gibi hareket ederken; iki Avrupalının arasına düştüğünde tam bir Amerikalıya dönüşmesi. Başlangıçta, kendini bir Avrupalı gibi hisssetmeye çalıştığından sevdiği adamın evlerine yerleşen eski sevgilisini ve buradan doğan 3 kişilik 1 ilişkiyi bile normal karşılar. Buna katlanma cesaretini de bitmeyen arayışından, hayatındaki gelişmeleri anlattığı Amerikalı arkadaşlarının şaşkın ifadelerinden ve biraz da kendi genel şaşkınlığından alıyor. Diğer taraftan Cristina'da olmayan herşey Maria Elena'da fazlasıyla mevcut.. Cristina, Maria Elena ve Juan Antonio'nun desteğiyle ite kaka fotoğraf çekmeyi öğrene dursun Maria Elene tekniğiyle Juan Antonio'yu bile etkilemiş bir ressam..Çok iyi piyano çalıyor..fotoğraf çekiyor..vs..vs.. (izlememiş olanları gözünde Pelin Batu gibi bişi canlanmasın; Maria Elena son derece de çaçaron.) Yani Cristina'nın içinde kaybolduğu karmaşık duygulara bir de hayranlık ekleniyor. E tabi tüm bunlar Cristina'nın işini hepten içinden çıkılmaz hale getiriyor. Halbuse; hayatta neysen osun!
---

Son olarak..only unfulfilled love can be romantic. ;)

11 Aralık 2010 Cumartesi

7 KOCALI HÜRMÜZ

Ne alaka demeyin. Başka yerlere yazdığım sinema yazılarını buraya topluyorum. 22 kasım 2009'da, filmi izledikten sonra yazdığım bir yazıyı aynen aktarıyorum.

2012 filmine yer bulamadığımdan kelli, "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, bugün sinema günüdür" diyerek gidip izlediğim film. Sinema salonuna gidene kadar böyle bir filmin çekildiğinden dahi haberim yoktu. Kendimi 2012'nin kasfetine hazırladığımdan mıdır nedir, pek bir eğlenceli, pek bir neşeli, renkli, cıvıl cıvıl.. geldi bana 7 kocalı Hürmüz. Bol bol yıkılış çöküş görmek niyetiyle gittiğim sinemadan omuzlarımı titreterek " güüüveyli evler gördüüm kurulmuş yaya benzer...güveysiz evler gööööördüm kurumuş çaya benzer dıt dıdıt dıdıt dırıdırıdıt" diye diye çıktım.

Bu filmi Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü 2 gibi algılamak çok da yanlış sayılmaz. Birbirinden ayrı öyküler anlatan seri filmlerden denilebilir,büyüklere masallar misali... Belki EZEK AKAY'dan gelecekte bir Dede Korkut hikayesi de izleriz..

Hacivat Karagöz neden öldürüldü için yapılan eleştiriler kaale alınmış olacak ki, bu sefer aynı ses, görüntü hataları mevcut değil. Kullanılan kostümler, makyajlar, seçilen renkler, dekorlar tam bir renk cümbüşü. Müzikler ve dans koreografileri birbiriyle oldukça uyumlu. O renkli çatılı evlerin, o dar sokakların olduğu mahallede yaşamak çok isterdim yahu. Şirinlerin köyü gibi olmuş resmen. Sanat yönetmenini tebrik etmek lazım zira; Hürmüzü bir tiyatro oyunundan çıkarıp masala dönüştürmeyi başarmış. Masal vurgusu oyunculuklarda da hakim; dolayısıyla oldukça abartılmış, karikatürleştirilmiş hareketleri, mimikleri doğallıktan uzak bulup, eleştirmek çok yanlış olur. Hikeyenin hızlı ilerleyişinden olsa gerek bütün oyuncular müthiş tempolu ve bana yansıdığı kadarıyla da epey eğlenerek oynamışlar. Burada sevmediğim bir oyuncu olmasına rağmen NURGÜL YEŞİLÇAY ve göğüslerinin hakkını yiyemeyeceğim.

---
Filmle ilgili kafama takılan tek şey, hikayenin hemen hürmüzün 6. kocasıyla olan düğününden başlaması. Filmin buradan başlaması kötü olmuş gibi bir durum söz konusu değil, ancak filmde Hürmüz'ün neden çıldırıp da 7 kocayı birden idare eder vaziyete gelmiş olduğuna hiç değinilmemiş. Örneğin; hikayeyi hiç bilmeyen biri filmdentüm bunların hürmüz'ün sadece kolay yoldan geçimini sağlamak için ürettiği bir formül sonucunu çıkartabilir. Hürmüz'ün hikayenin başlangıcı olan hapishane ziyareti neden atlanmış anlamadım.
---

Son olarak;
Güüveyyyyli evler gördüüm, kurulmuş yaya benzer..güveeysiz evler göööördüm kurumuş çaya benzer....dıt dıdıt dıdıt dırıdırıdıt dıt dıdıt dıdıt dırıdırıdıt...yeşil bağın üzüüüümüüüü...

DISTRICT 9

Tersten düşünmek her zaman yaratıcılığı arttırır savımı doğrulamış film. Fantastik bilim kurgunun ötesinde, dünyada yaygınlaşmış mülteci politikasını kara mizah ile yansıtan son derece de siyasi bir film.
---
Amerikan filmlerimde, kötü adamlarla işbirliğine girip daha da kötüyü oynayan, kargaşa içinde anında mafyalaşan millet rolünü genelde Latin Amerikalılar (özellikle Meksikalılar ya da Porto Rikolular..) üstlenirken, rolü bu sefer Nijeryalılar almış. Kedi maması mafyası fikri gerçekten komik, ama o uzaylılarla ırklar arası fuhuş mevzusu gerçekten mide bulandırıcı. "Yani uzaylılardan bütün dünya tiskinirken bölgelerine girmeyi bir nijeryalıların midesi kaldırmış" fikri oluşuyor insanın kafasında. Şahnen bir Nijeryalı olsam çok bozulurdum.

Filmde beğendiğim diğer bir durum; tam bir mutlu sona ulaşılamaması. Cristopher oğluyla kendini gemiye atmayı başarabilmişse de geride kalan uzaylılar District 10 e yerleştirilmekten kurtulamıyorlar. Ve Wikus... Film boyunca bu adam salaklığıyla ve sarsaklığıyla sinir bozuyor ancak son sahnedeki görüntüsü çok üzücüydü yahu.
---
Devam filmi çekilebilecek gibi bitti ama bu tip bir final, filmin tamamı ters köşe kurgusunun bir parçası olabilir elbet.

10 Aralık 2010 Cuma

PERSONA

Sirf bir BERGMAN filmi oldugu icin izlemek lazim dusuncesiyle izlenmemesi gereken film. O zaman bu filmden hicbirsey anlasilmamasi olagandir.İlk defa izleyecek olan beklentisiz oturmali ekranin karsisina. Sonra ne cikarsa bahtina. Çunku sadece iki kadin arasinda gecen bir film degil bu. Sadece hastalik degil anlatilan. Sadece kadin filmi degil. Çekim kalitesini vs bir kenara birakip iki sahneden bahsetmek istiyorum.Bu iki sahneyi gercekten anlayarak seyretmisseniz hemen arkasindan gelen sahneyi hatirlamiyorsunuzdur. Çunku bir sonraki sahnede siz coktan kendi icinize donmus az once duydugunuz replikler kafanizda bir kursun deligi acmistir. Bu sahnelerden biri filmin baslarinda doktorun Elisabet'e hemsire Alma ile kendi yazliginda bir kac gun kalmalarini teklif ettigi sahnedir. Önemli buldugum diger sahne icin de hemsire Alma'dan gelsin soyle..

''Anlat Elisabeth. O zaman ben de anlatirim. Bir gece bir partideydi. Gec saate kadar surdu ve kalabalikti. Sabaha dogru gruptakilerden biri: "Elisabet, bir kadin ve aktrist olmanin butun ozellikleri sende var." dedi. ''Ama anneligin yok.'' Guldun cunku aptalca geldigini dusundun. Ama bir sure sonra onun soyediklerini dusundugunu farkettin. Gitgide endiselendin. Kocanin seni hamile birakmasina izin verdin. Anne olmak istedin. Kesin oldugunu anladiginda korktun. Baglanmaktan, sorumluluktan, tiyatroyu birakmaktan korktun. Acidan, olumden, vucudunun bozulmasindan. Ama rolu oynadin. Mutlu genc bir anne rolu. Herkes ''cok guzel degil mi? hic boyle guzel olmamisti.'' dedi. Bu arada sen defalarca fetusu dusurmeye calistin. Ama basaramadin. Geri donus olmadigini anladiginda, bebekten nefret etmeye basladin. Ve olu domasini istedin. Bebegin olu olmasini istedin. Ölü bir bebek icin dua ettin. Uzun ve zor bir dogumdu. Gunlerce aci cektin. Sonunda bebek ameliyatla dogdu. Bebegine igrenerek baktin ve fisildadin: ''Hemen olemez misin? Ölemez misin?'' Ama o yasadi. Gece gunduz agladi. Ve ondan nefret ettin. Korkmustun, vicdanin rahatsizdi. Sonunda cocuga akrabalari ve bir dadi bakti. Hasta yatagindan kalkip tiyatroya donebildin. Ama aci bitmemisti. Çocuk annesine karsi cok buyuk bir sevgi besliyordu. Kendini korudun. Umutsuzca korudun. Bu sevgiye cevap veremeyecegini hissediyordun.... Aranizdaki karsilasmalar acimasiz ve anlamsiz oluyordu. yapamiyorsun. Soguk ve uzaksin. Sana bakiyor. Seni seviyor ve cok nazik. Ona seni rahat birakmadigi icin vurmak istiyorsun. kalin agzi ve cirkin vucuduyla igrenc oldugunu dusunuyorsun. O ac ve koca gozleri. O igrenc ve sen korkuyorsun.''

Bu replikte gecenler sizin hayatiniza birebir uymayabilir goruntude. Ama hic hayal kirikliginiz olmadi mi, hic sorumluluklarinizin altinda ezilmediniz mi, sirf vicdaninizi rahatlatmak icin istemediginiz birseyler yapmak zorunda kalmadiniz mi? İşte ben de bundan bahsediyorum. Bu koca tirattan cikartin o sizi ilgilendirmeyen hic dogmamis, dogurmayi dusunmediginiz, ya da doguramayacaginiz cocugu..Yerine en buyuk korkunuzu koyun. En buyuk basarisizliginizi, pismanliginizi, yalandan yasadiginiz her ne varsa bu tirata ekleyip bi daha bastan okuyun. İnanin o zaman anliyor insan o adamin neden BERGMAN oldugunu ve filmin adinin neden PERSONA oldugunu.

Merhaba!

...
Aslında bi blogum olsun diye çok düşünmemiştim. Açayım, nasıl olsa yazacak birşeyler bulurum diye düşünüyordum ama başlık kısmına "merhaba" yazdıktan sonra buraya şu dünyanın en kötü girizgahlarından birini yapabilmem 20 dakikamı aldı. 20 dakikadır ekrana bakıyorum. Bunun için üzgünüm, ben genelde içini dökmek için kağıt kalem kullananlardanım.

Şu anda burada olmamın sebebi (sanki adsız alkolikler derneğinde konuşma yapıyorum..), yazacak daha gizli bir yer bulamamam. Evet aynen bu. Düşündüklerinizi bi deftere yazdığınız, defterin kapağını kapattığınız andan itibaren etrafınız için sırları olan, gizemli ve kesin bir dolaplar çeviren kişi haline geliyorsunuz. Dolayısıyla, bir süre sonra defter, sizin ve etrafınızdakiler için çok önemli bir eşya haline geliyor. Hal bu ki o sizin kişisel çöplüğünüz. Ben de daha fazla şüphe çekmemek ve daha fazla deli muamelesi görmemek için buraya yazma kararı aldım.

Bir de kendimle ilgili tanıtım geçeyim: 1982 Düzce doğumluyum. 1982 yılı Türkiye'nin soğuk yıllar istatistiklerinde yer alan bir yıl olduğundan "annem kar sularını eriterek bezlerimi yıkamış" efsanelerinden bizzat nasibimi aldım. Berbat bir yıl olduğunu söylerler. İlkokul ve ortaokul (o zamanlar ayrıydı haliyle) ve liseyi Düzce'de tamamladım. Üniversite hayatımın bir kısmı İstanbul'da bir kısmı da Kocaeli'nde geçti. Kocaeli'ndeki kısmı henüz tamamlanmış değil. Ara sıra çalışan ara sıra işsiz kalan bir yapım var. Durumumdan çok gocunmuyorum. Siz okuyucu tayfası (ki henüz yoksunuz, ama belki ilerde olursunuz) benim işsiz tarafıma denk geldiniz ve yazılarımda bu yanımın etkilerine rastlayacaksınız. Ama inanın işsizken de sevimli bir insan olabiliyorum.

Blog yazmaya karar vermeden önce takip ettiğim bir kaç blog sayfasını inceleyeyim, genel üslup hakkında bilgi edineyim dedim. Edindiğim sonuçlar şunlar:

1- BİR TARZ BELİRLE, SONRA VAZGEÇ. ( Esas amacım sinema üzerine yazmaktı. Seyrettiğim filmler hakkında oraya buraya yazdığım bütün yazıları buraya toplayacaktım (ki hala var öyle bir niyetim, sonra olayı bu denli kişiselleştirmeyi başardım..Demek ki bende potansiyel var.)

2- MUHAKKAK BİR KEDİN OLSUN. YAZACAK BİRŞEYLER BULAMADIĞINDA KEDİDEN BAHSET. ( Yakın bir arkadaşım askere haftaya askere gidiyor. Gitmeden önce kedisini bana bıraktı. Kedi, check)

3- SEKS ÜZERİNE YAZILAR HER ZAMAN İLGİ ÇEKER. (Seks....hımmm...iki biraya bakar. Check.)

4- ARADA NEREDE OLDUĞUNU, NE YİYİP İÇTİĞİNİ BELİRT. MERAK İYİDİR. (Kolay. Check.)

5- ARADA KENDİNLE İLGİLİ AÇIK VER. KARARSIZLIĞA DÜŞERSEN 4. MADDENİN 2. CÜMLESİNİ BİR DAHA OKU. (Check.)

Bu durumda benden blogger olur. Tekrar MERHABA! :)