26 Şubat 2011 Cumartesi

Hep eleştirilir bizde nedense, Türkiye'de blog okuma alışkanlığı yok diye. Yok, çünkü yazma alışkanlığı da yok. "Bir bende var" gibi bir anlam çıkmasın lütfen bundan. Zira bende de yok. Bizde birine "aa blogun mu var?" sorusunu sorduğumuzda, cevabı genelde "evet yazmadığım bir blogum var" şeklinde olur.

Bugün 7 tane takipçimin olduğunu görüp, çocuk gibi sevindim. Beni okuyan 7 kişi var lan, daha ne isterim hayattan. Kağan (Kaan olmayan bir Kağan) bana "seni 7 kişi okuyor, benden popülersin" dedi. Ben de "evet google'ın kapıma damlanması an meselesidir" dedim. Derken aklıma geldi, ey 7 kişi bana nasıl bir sorumluluk yüklediniz siz? Şimdi siz okuyacaksınız diye ciddi ciddi buraya gelip yazarım herhalde. Ciddi ciddi derken, yaptığım işi ciddiye almaktan bahsediyorum. Yazacaklarımda o ciddiyeti beklemeyin lütfen. Ben burada anlattıklarımı evde anlattığımda herkes sadece dinliyormuş gibi görünüyor. O yüzden bu 7 kişiye gözüm gibi bakacağım.

Evde oturan bir işsiz olarak söyleyebilirim ki, evdeki kedi bile benden daha dolu, kendine meşgale bulabilen bir canlı. Böyle saksı gibi oturmaya daha ne kadar tahammül edebilirim bilmiyorum. Ama görünen o ki, pencereden kuşları takip edip, kumumla oynayacağım günler yakındır. Oof of, manav açasım var.

24 Şubat 2011 Perşembe

BLACK SWAN

Bu filmle ilgili artık söylenecek söz kalmamışa benziyor. Sanal ortamın haricinde, çevremde de çok fazla yorum duyuyorum film üzerine. Bugün oturup seyrettim. Teknik zırvaların haricinde tüm yorumlara en fazla katıldığım nokta NATALIE PORTMAN'ın OSCAR'da en iyi kadın oyuncu ödülünü almasının değil alamamasının acayip olacağı. Hatta bu film sırf Natalie Portman Oscar alsın diye çevrilmiş bile olabilir. Filmdeki Nina nasıl ölümüne dans ediyorsa, Natalie de ölümüne oynamış.

Filmin yönetmeni DARREN ARANOFSKY benim için eskiden sinemanın dahi isimlerinden biriydi. Akademi tarafından da pek sevilir. Eskiden üniversite öğrencisi olmanın ön şartı olarak kabul edilen Requiem For a Dream filminin de yönetmenidir ayrıca. Bilirsiniz, bir dönem bu filmden bahsetmeyeni, bu filmi övmeyeni dövüyorlardı. Bu film hakkında yorum yaparak nice saplar sevgili yaptı. Pi filmi yüzünden kaç kişi matematiğe sardırdı. Herkes şifreci oldu çıktı. Seversiniz ya da sevmezsiniz ama bir gerçek var ki bu adam filmlerinden konuşturmayı biliyordu.

Ama daha sonra The FOUNTAIN diye bir film yaptı Aranofsky. Benim hayatımda hiçbir yere koyamadığım, hakkında kötü diyerek bile yorum yapamayacağım bir filmdi. Felsefe yaparken bokunu çıkarmak olarak tabir edilebilir film boyunca izlediklerim. O zamn şunu düşünmüştüm: Bu adamın üzerinde o kadar fazla "dahi çocuk" baskısı var ki, kendimi aşmalıyım, daha iyisini yapmalıyım derken strese girmiş olmalı. Böylece Fountain'i batırdı. Aklıma gelmişken, o filmin oyuncu seçimi de rezalettir.

Her neyse, ne diyordum, böylece ben bir sonraki film THE WRESTLER'ı izlemedim. Filmmle ilgili de olumlu tek bir şey duymadım. He ama bu arada, Requiem for a Dream fazla şiddet içerdiği için Oscar klasmanına alınmadı, The Wrestler epey bi dalda Oscar'a adaydı. Hatta Micky Rourke küllerinden doğdu. Şimdi  Aranofsky Black Swan ile tekrar arenada. Dediğim gibi Akademi bu adamı seviyor.

Gelelim Black Swan'e.. Bu filmle ilgili tamamen Yaysey'in talebi üzerine yorum yazıyorum. Yazmaya başlamadan önce şöyle bir yorumlara baktım ekşi sözlükte, ne tuhaftır ki, pek çok kişi benimle ilgili aynı durumdaymış. Herkesin filmi hazmetmesi zaman almış. Bu film bir korku değil, bana göre psikolojik gerilim de değil. Psikolojik gerilim nedir, nasıl olur diyenlere bi kaç doz Alfred Hitchcock öneririm. Filmin geren bir psikolojisi yok, ama gererek sizin psikolojinizi bozuyor. Sıkıntı duyuyorsunuz, Nina'nın nevrotik annesi sıkıyor, Nina'nın öğretmeninden ve oyunun yönetmeninden sıkılıyorsunuz, ne ayak olduğu belli olmayan diğer dansçı kızlardan sıkılıyorsunu ama Nina için üzülüyorsunuz. Bu kişilerden sizin kadar Nina'da sıkılıyor. Nina'nın sıkıntısını film boyunca paylaşabiliyorsak bu bir yönetmen başarısıdır. Sözlükte okuduğum Yorumlardan birinde, filmde kullanılan ışıklardan bahsedilmiş. Benim bilgim olmayan bir konuydu. Ama okuduklarımdan etkilendim. Şöyle demiş yazar:

"Kendine has bir ''ışığı'' olan film.
Tiyatroların ışık odalarında, par'lara ya da spotlara takılacak ''beyaz'' fon yoktur (ya da cahiliz ve görmedik) bunun yerine ışıkçılar yoğunlukla mavi fon ve normal ışık sentezini sahnede buluşturarak ''beyaz'' bir renk elde ederler. Fakat bu beyaz fon sahnede bembeyaz bir etki yaratmaktan ziyade soğuk, soluk, buz gibi bir beyaz etkisi yaratır. Yani dolaptan çıkardığınız buza bakarken gözlerinizin kamaşması ve akabinde az da olsa maviyi görür gibi olmanıza benzer bir etkidir bu. işte bu filmde de, dans provaları esnasında prova alanını aydınlatan floresan ve bu ışımanın aynada yansıymasıyla bu ''soğuk'' renk çıkmış ortaya. zaman zaman metro zaman zaman da evdeki renklerde de ve hatta temsil esnasında -ve filmin hemen başındaki siyah kuğu figürüyle- bu durumla /renkle karşılaşabiliyoruz rahatlıkla. Zaten hikaye de oldukça sert ve soğuk seyrini tamamlıyor."

Bu yorumu okudukan sonra ışığın da beni ne kadar gerdiğini farkettim. Filmde aklımda kalan bir söz, can alıcı bir sahne vs yok. Ama siyah kuğuya dönüştüğü sahne filmin en etkileyici sahnesiydi. Bunun üzerine de sağlam bir final yapıldı. Seyirci olarak bence öyle ters köşeye, sağa, sola yatmadık. Şizofreni üzerine zaten o kadar çok film çekilmiş ki, artık bu konuyla ilgili ters köşeye istesek de yatamaz olduk.

Peki sonuç ne olur? Şöyle olur: Natalie Portman en iyi kadın oyuncu oscarını alır, film de en iyi kostüm vs..

21 Şubat 2011 Pazartesi

THE SOCIAL NETWORK

Aziz Kedi'nin Tedx'te yaptığı konuşmayı izledikten bir kaç saat sonra seyrettiğim için midir nedir, "başarı dediğimiz şey ne kadar da orospuymuş" çıkarımını yaptığım film. Sağdan soldan devamlı spoilerlarına maruz kaldığımdan, DAVID FINCHER'a rağmen, filme ilgimi kaybetmiş, uzun süre izlemeyi reddetmiştim. sonra şöyle bir meraka kapıldım: Oscar'a aday olacak kadar hikayesi neymiş bu Facebook'un arkadaş? Tamam Oscar'ın kalite standartı da tartışılır belki; ama ben Facebook'un filmi diye düşününce kafamdan ilk önce, üçüncü sınıf amerikan geyik gençlik filimleri geçirmiştim; hani ismi Hackers, Cheaters gibi bişi olup, Türkiye'deki afişinde ismi Üçkağıtçılar, Dalavereciler, Ah Bu Çocuklar, Çılgın Şeyler, Tehlikeli Dakikalar şeklinde çevrilen cinsten.

İzledikten sonra da -kendime de hayret ederek- çok beğendim ben bu filmi. Bir kere en güzel yanı akıcılığı. bugüne kadar MARK ZUCKERBERG'in gerçek yaşam öyküsü hakkında hiçbir araştırmam olmadığından, filmde anlatılan hikayenin ne kadarının değiştirildiğini, ne kadarının gerçek olduğunu bilmiyorum. ama filmin gidişatı, ekstra hiçbir ayrıntıya gidilmemesi, anlatılan hikayenin sadece Facebook'un hangi amaç ve mantıkla kurulduğunun anlatılması çerçevesinin dışına taşmaması, anlatılan konuyu bana inandırıcı kıldı.

Bununla beraber, JESSE EISENBERG'in oyunculuğunu şahsen hiç de kötü bulmadım. Gerçek hayatta Mark Zuckerberg nasıl bir adamdır, ne yer ne içer, nasıl yürür bilmem ama burada canlandırılanın tam bir geek olduğu düşünülürse Jesse Eisenberg rolünün hakkını vermiş derim. Ayağındaki tuvalet terliği tipli şeylerle karda kışta şakıdı şakıdı yürümesi, anlamsız dalıp gitmeleri, açık unuttuğu ağzı, eblek bakışları, takıntılı oluşu, insanlarla diyalog kurduğunu zannetmesi (ki hepsi bildiğin monolog), çok hızlı konuşması ve eski sevgiliyle olan durumları.. İlerleyen olaylar dahilinde oyuncunun yaptığı hiçbir mimik ve jest abartı gelmedi bana. Oyuncunun kalas olduğunu düşünmek yanlış olur çünkü aslında kalas olan Mark Zuckerberg.

Filmin kurgusuna bakarsak, burada en fazla övgüyü açılış sahnesi hakediyor. Kız arkadaşı ile arasında geçen diyaloglardan Mark hakkında filmin devamı için bize gerekecek bütün bilgiyi ediniyoruz. Anlıyoruz ki Mark zeki, ukala, hırslı, badak ve öyle ahım şahım değer yargıları olmayan bir öküz. Kızı da şöyle tanıyoruz: "Haklı". Böylece Mark'ı izleyici olarak tekrar tekrar çözmek zorunda kalmıyoruz, bu işi ilk sahnede bitirip tamamen ana malzemeye odaklanıyoruz: Facebook. Bu şekilde David Fincher belki de, esas konuyu kotaracak ek vakit kazandırmış kendine.

Filmin ilerleme hızına bu kadar çok takmış olmamın bir sebebi de, şu mercimek beynimle, kurduğum bir başka bağlantı. Mark hızlı konuşan, beyni hızlı çalışan, hızlı üreten, ürettikleri hızlı popüler olan, kısa zamanda hızla yükselip zengin olan bir adam. Kafası sürekli üretmeye programlanmış bir makine gibi. Kurnaz da aynı zamanda. Yani adamın hayatı hızlı olduğu için film bu kadar tempolu olabilir. Filmde sanki kazandığı para zerre umrunda değilmiş , o sadece başarıyı istiyormuş gibi bir şekil şemal çizilmiş diye düşünmüyorum. zira herif siteyi cebinden beş kuruş ödemeden kurup, o beş kuruşun sahibini terayağından kıl çeker gibi ekarte etmeyi bildi.

Filmi izledikte sonra adama bayılmadığım gibi, adamdan ya da Facebook'tan nefret de etmedim. Adam hırslı ve işini biliyor. Bu yüzden milyon dolarlar kazanyor diye adamı dövmeye gerek yok. Diğerleri de kürek çekeceğine artiz artizz oturup kod yazsalarmış arkadaş.

He bir de bu network alemindeki aşk acısı olayını çözemedim ben. Biri sevgilisini özler Ekşisözlük'ü kurar, biri sevgilisinden ayrılır Facebook'u kurar.. Daha nelere şahit olacağız bakalım.

Bu film çattadanak oscar alırsa, o kadar da şaşırmayın.

19 Şubat 2011 Cumartesi

BEN BİRAZ OKSİJEN ALAYIM

Ben neden bu kadar yorgunum?
Yapacak hiçbir şeyi kalmamış insan yorgunluğu benimkisi. Taş atmamışım hiçbir yere, kolum ağırmamış uzun zamandır. Öyle oturuyorum evimde. Buraya birşey yazmıyorum, yazacak birşeyim olmadığından. İnsanlarla konuşmuyorum, konuşacak bir şeyim olmadığından. Kendimden de o kadar sıkılmış değilim. Nefes alıyorum en nihayetinde. Ama ben oksijen değil de başka bir şeyler çekiyorum sanki içime. Beni uyuşturan, beni şişiren, beni olmadığım bir insan yapan bir şey. Sanki içinde çeşit çeşit gaz olan atmosferden en yanlış olanını yolluyorum ciğerlerime. Ölmüyorum ama her gün biraz daha uyuşuyorum, hareket edemiyorum.
Sohbetlerde yokum aslında. Kafam başka bir yerdeymiş gbi görünüyormuşum. Öyle söylüyorlar. Değil. Kafamın içinde gidecek bir yerim yokki benim. Kalmadı.